Yunus Emre KESKİN. Blogger tarafından desteklenmektedir.

Yeni bir çalışma içlerinden bazıları tamamen kör olmak üzere çoklu kişiliklere sahip bir kadının büyüleyici ve kafa karıştırıcı hikayesini anlatıyor. Alman psikologlar Hans Strasburger ve Bruno Waldvogel tarafından yazılan bu makale ''aynı kişide görüş ve körlük: görsel sistemdeki kapılama'' adıyla bilinir.

Bu vakadaki hasta ''B. T.'' 33 yaşında ve genellikle eskiden bilinen adıyla çoklu kişilik bozukluğu (ÇKB) olarak anılan dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) tanısına sahip bir kadın. B.T. başlangıçta 20 yaşında geçirdiği bir kazadan sonra kör olmuştu (ya da görünüşe göre öyleydi) Gözleri ise kazada zarar görmemişti ve bu yüzden de doktorlar onun görüş kaybını beyin hasarına: kortikal körlüğe dayandırmışlardı.


Yıllar sonra, B.T. DKB'si için terapiye girdi. Terapide ''isim, resmi yaş, davranış, ses, vücut dili, yüz ifadeleri'' ve diğer karakteristik özellikler bakımından birbirinden farklı 10 kimlik ya da kişilik bildirdi. Böylesine bir çeşitlilik DKB hastalarında pek yaygın değildi.
Grafik 1

Fakat tedavisinin dördüncü yılında beklenmedik bir şey oldu: görüşünü geri kazandı– ama yalnızca sahip olduğu kimliklerin bazılarında. Diğerleri kör kalırken BT'nin bazı kimlikleri görebiliyordu. Strasburger ve Waldvogel bu durumu "Görüşlü ve kör olan durumlar arasında saniyeler içinde değişim olabilir." diye yazdı.

Şimdi, bu vaka tuhaf bir psikolojik vaka olarak görülebilir, fakat yorumlamak oldukça güç, çünkü tüm vaka B.T.'nin kendi ifadelerine dayanıyor. Örneğin , bir yoruma göre B.T. hastalık numarası yapmış olabilir ve körlüğünü ve muhtemelen diğer ekstra kimliklerini de kendisi kurgulamış olabilirdi.

Ancak Strasburger ve Waldvogel bir olasılık olarak hasta rolü yapmayı elemek için kaydadeğer bazı kanıtlar sunuyorlar, yazarlar B.T. ''kör'' durumdayken, beyninin görsel uyaranlara tepki vermediğini gösterdi. Bunu yapmak için, görsel uyarılmış potansiyelleri (GUP) ölçmekte kullanılan EEG'yi kullandılar. Bir GUP uyaranlara karşı beynin görsel korteksinde üretilen elektriksel bir yanıttır. Ve GUP yokluğu körlüğe işaret eder.

Strasburger ve Waldvogel B.T.'nin beyninin ''görüşlü'' kişilik durumundayken normal GUPlar ürettiğini fakat ''kör'' durumdayken Guplarının tümüyle yok olduğunu gösterdiler. (bkz: Grafik 1)

"Görüşlü" durumda, uyaran sunulduktan 100 milisaniye sonra keskin bir düşüş görülüyor. Fakat aynı uyarıcı "kör" durumdayken saptanabilir herhangi bir tepkiye neden olmuyor.

Bu gerçekten de büyük bir şey.

Yazarlar, çabucak gidip gelmesi nedeniyle BT'nin körlüğünün,"psikojenik" bir kökeni olması gerektiğini söylüyorlar. Körlük ve kusursuz görüş arasındaki bu hızlı değişime neden olabilen bilinen hiçbir biyolojik süreç yok.(BT'nin nasıl da ''saniyeler içinde'' bir durumdan öbürüne geçebildiğini hatırlayın)

Peki ne oluyor olabilir? Strasburger ve Waldvogel cevabın görsel girdiyi geçici olarak engellemek için beyinde bulunan işlemlere dayandığını söylüyorlar.

Sağlıklı bir insandaki duyu nöronlarının geçici olarak baskılanması fenomeni göründüğünden daha yaygındır. İki gözün geçici bir süre birbiriyle zıt olan görüntüleri buna örnek olarak verilebilir, gözlerinizi kısarak ya da diktopik (iki gözün görüş alanı arasındaki açıyı genişleterek) bir açıyla bakmanız, bir gözdeki görüntünün geçici, kısmi veya tam baskılanmasına yol açar.
Yani tüm görme alanı veya bunların bazı bölgelerine uygun hareket eden, gelen bilgilerin modülasyonuna izin veren beyin mekanizmaları mevcuttur.

Bu görüşe göre B.T. yalnızca kör olduğuna inanmakla kalmayıp- gerçekten de kör olmaktadır ( bazı kimliklerinde). Beynine ulaşan görsel bilgiyi engelleyen bazı sinirsel patikalar aktiftir. Onun körlüğü hem ''Psikojenik'' hem de gerçektir.

Daha sade bir açıklama var mı? Bu makaleyi okıduğumda aklımdan geçen ilk şey B.T. gözlerini kapatsa veya öylece uzaklara baksa ne olur sorusuydu fakat Strasburger ve Waldvogel deneyimli GUP testi uzmanının uyaranlara baktığından emin olmak için onu gözlemlediğini söylüyor. Dahası yazarlar B.T. ilk kör olduğundaki Gup testinde, deneğin uyaranlara baktığını doğrulamak için kızıl ötesi göz-takip sistemi kullandıklarına dikkat çekiyor. Ve o deneyde herhangi bir GUP tespit edilememişti.

Yazarlar B.T.'nin bu yolla gözlerini odaktan uzaklaştırmasının teorik olarak mümkün olduğunu ancak bunun eğer tüm görsel girdi bulanık olsaydı gerçekleşebileceğine dikkat çekiyorlar. Bunu yapmanın bir gözlemci için kolay olmadığını ve çok geniş ve çok parlak uyaranların kullanıldığı bir GUP testinde böyle bir şey yapabilmek için çok büyük seviyelerde bulanıklaştırma olması gerektiğini söylüyorlar. Yine de, '''sinirsel kapılama' hipotezine ikna olmadan önce, bu olasılığı elemek için başka testler yapılmasını isterim.

Not: BrainDecoder'da da yayınlanmıştır.

ResearchBlogging.orgStrasburger H, & Waldvogel B (2015). Sight and blindness in the same person: gating in the visual system. PsyCh Journal PMID: 26468893

2015 | Neuroskeptic'ten alınmıştır. 

İlk bölüm standart görüşü ve bu yaklaşıma yöneltilen bazı eleştirileri tanıtmayı amaçlıyordu. Standart görüşü hatırlayacak olursak, o bizim nesneleri işaret ederek adlandırdığımızı ve daha sonra da bu adı, onun hakkında yeniden konuşmak veya başkalarına aktarmak üzere kullandığımızı ve bu yolla bu nesnenin semantik bir etiketini yarattığımızı savunmaktaydı.

Anlam nesnenin kendisiyle sabitleniyor ve dille dünya arasındaki ilişki böylece katılaşıyordu. Ancak bu yaklaşımın anlamı kuran tek organizasyon biçimi olarak nesne-ad bağıntısı ve basitçe bir işaret etmeyle adlandırmayı önermesi felsefi temelleri açısından sağlam değildi ve daha önceki yazımızda göreceğiniz üzere birçok cepheden de sert eleştiriler almıştı.

Sorunun hazırlanmasından sonra, öncelikle, Wittgenstein özel dil sorununa temel oluşturan ve dilin işleyişine rehberlik edebileceği düşünülebilecek olan özel dil varsayımını ortaya koyarak, soruna ilişkin çeşitli argümanlara zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda özel dil şu şekilde ortaya konulur:

Bir kişinin kendi özel kullanımı için, iç deneyimlerini —duygularını, ruh durumlarını— yazabildiği ya da bunları sesli ifade edebildiği bir dil de düşünebilir miyiz? … Bu dilin tek tek sözcüklerinin, sadece konuşan kişi için bilinebilir olan şeye; onun mevcut (dolaysız) özel duyumlarına işaret etmeleri gerekir. Öyleyse başka birisi bu dili anlayamaz ( §243).

Burada özel dil, kişinin kendi kullanımı için oluşturduğu ve başvurduğu içsel bir dil olarak düşünülmektedir. Yalnız bu varsayımdaki önemli nokta “bu dilin olumsal olarak değil, zorunlu bir biçimde özel dil olarak görülüyor olmasıdır” (Hacker, 1990: 3). Bu anlamda “özel dil sadece konuşan kişi dışında kimse tarafından anlaşılmayan değil, anlaşılabilmesi mantıksal olarak da olanaklı olmayan bir dildir” (Malcolm, 1954: 530). [1]


Böyle bir dilse içerdiği epistemik gizlilik nedeniyle duyumların ortak bir doğrulamasının imkanını ortadan kaldırıyordu. Herkes kendi anlamlarını hiçbir baskıya ve denetlemeye uğramaksızın üretebilirdi.

Semantik solipsizmin sonuçlarına rağmen, standart görüşün çoğu savunucusu, duyumlara ilişkin sözcük dağarcığının kaçınılmaz olarak bir kişisel dil oluşturduğu düşüncesiyle yaşamaya hazırdır. Wittgeinstein kişisel bir dilin olanaksız olduğunu göstermeye çalışmıştır. 

Argümanı şu şekilde işler: Bir ''W'' terimine onu yalnızca o an hissettiğiniz belirli bir duyumla ilişkilendirerek anlam vermeye çalıştığınızı varsayalım. Sonraki bir anda bir duyum hissettiğinizde diyebilirsiniz ki ''Başka bir W var.'' Ancak terimi bu durumda doğru kullanmış olup olmadığınızı nasıl beliryebilirsiniz?

Belki ilk duyumu yanlış hatırlıyorsunuz veya birinci veya ikinci durum arasında gerçekte sadece belirsiz ve hafif bir benzerlik olmasına rağmen siz dikkatsizce büyük bir benzerlik görmüş olabilirsiniz. '

''W'' Terimi, söz konusu duyum türünün bazı standart nedenleri ve/veya etkileri gibi başka fenomenlerle hiçbir anlam bağlantısı taşımıyorsa, ''W''nin doğru bir kullanımını ve ''W''nin doğru olmayan bir kullanımını birbirinden ayırt etmenin kesinlikle hiçbir yolu yoktur. Ancak doğru kullanımı asla belirlenemeyecek bir terim anlamsızdır. Dolayısıyla zorunlu olarak kişisel bir dil olanaksızdır. [2]

Stndart görüş elendikten sonra 'anlam' sözcüğü yeniden tanımlanmalıydı ve ne semantik bir solipsizme ne de her anlamın herkese açık olması uğruna sınırları katı biçimde çizilmiş mekani bir dile izin vermemeliydi.


“ Wittgeinstein'e göre ‘anlam’ sözcüğünü kullandığımız durumların geniş bir sınıfı için bu sözcük şöyle tanımlanabilir: Bir sözcüğün anlamı, onun dildeki kullanımıdır” (§43). “Tümceye bir araç olarak ve anlamına da onun gördüğü iş olarak bakın” (§421). İşleyiş açısından, Wittgenstein dildeki sözcükleri bir alet kutusundaki aletlerle karşılaştırır. Bir alet kutusundaki aletlerin işlevleri ne kadar çeşitliyse sözcüklerin işlevleri de o kadar çeşitlidir (§11). 

Bu bağlamda, Wittgenstein’a göre temel sorun, özellikle geleneksel metafizikte ya da genel bir anlam düşüncesi yaklaşımında (genel bir anlam kuramı talebinde) sözcüklerin ya da tümcelerin tek bir işlevi varmış gibi düşünmektir. Ve sözcüklerin anlamının kendilerine karşılık gelen bir nesne ya da konuşanın zihnindeki bir ide olarak dil dışından bir şeyle sabitlendiği düşüncesi, felsefi bir yanılsama olarak görülmektedir. [3]

Sürekli işlenen tema anlam ve anlamın nesnesi olan şey arasında katı bir yapısal ilişki olmadığıdır. İşlevselciliği hatırlarsanız o eğer gerekli çoklu gerçekleştirme faktörleri, elemanları eve uygun bir saha doğru bir biçimde tanımlanırsa bir nesneye ait işlevin farklı platformlarda da simule edilebileceğini söylemekteydi.

Konumuzla birleştirirsek Wittgeinstein de anlamın plastik bir nitelik olduğuna ve bir nesne ile anlam arasındaki bağın anahtar-kapı ilişkisinden farklı olduğuna dikkat çekmektedir. Anlam farklı yorumları olabilen bir niteliktir. 

O aynı şekilde öznel duyumların da benzer bir yanılgı içerdiğini, espistemik gizliliğin yalnızca gramatik bir problem olduğunu savunmuştur. Bu yönüyle semantik problem dışında, zihin-beden problemine bir gönderme söz konusudur ve bu konudaki kafa karışıklığını şöyle aktarmıştır:

Biz daha kaba ve dolayısıyla daha kolay görülebilir eslikçilerin ardında gizlenmis gibi görünen anlamanın zihinsel sürecini yakalamaya çalısıyoruz. Ancak basarısız oluyoruz; ya da dahası, o bir gerçek girisime kadar gitmiyor. Zira anlamanın bütün durumlarında ortaya çıkan bir sey buldugumuzu düsünsek bile —o neden anlama olsun ki? 
Ve anlama süreci, ‘Simdi anlıyorum’ çünkü anladım derken nasıl gizlenilmis olabilir? Ve eger onun gizli oldugunu söylersem —o zaman neyi arastırmam gerektigini nasıl bilirim? Ben bir karısıklık içindeyim (§153). [4]


Zihne  ait gibi görünen sorunların aslında dile ve gramere ait problemler olarak anlaşılmasını önermekte ve duyumlarımızı doğrulayabilmek için ortak bir dil bulunması gerektiğini ifade etmektedir.

Bu ortak dil, davranışlar ve dilin karmaşık bağlamsal ilişkilere sahip olduğu ve bir sözcük için birçok farklı anlamın atanabildiği dilsel bir oyun sahasıdır. X'e inanıyorum veya X'i arzuluyorum gibi önermesel tutumlar, yani sağ duyunun önermeleri, gramatik olarak anlamsız bildirimler olarak ifade edilmekte ve zihnin dilbilimsel bir elemesi bu yolla gerçekleşmektedir. 

Hem semantik problemi gramatik bir probleme çevirmesiyle hem de zihinsel bildirimleri davranışsal bir ölçüt getirerek oyunun dışına itmesiyle Wittgeinstein zihin felsefesinde özel bir yeri çoktan hak etmiştir. Daha çok dil felsefesinde ele alınan bir tema olarak Wittgeinstein'ın zihinsel felsefesi için de değerli bir kaynak olduğu görülmektedir.

Ancak bu problemi tartışmasız bir biçimde çözdüğü iddia edilemez. Aksine davranışçı çizgiye yakın durarak davranışçılarla ortak bir kaderi, bir hayal kırıklığını paylaşmaya zorlanmıştır. Zira zihinsel tutumların ve bu tutumları ifade eden semantik bildirimlerin metafiziksel bildirimler olduğu ve gramatik yolla anlamsızlığı saptanan sözcüklerin dışarıda bırakılması, bizi insan zihninin yeniden yarım yamalak bir tasarımına götürmektedir.

Churcland'a göre de özel dil argümanı öncüllerinin gerektirdiğinden daha katı bir sonuca ulaşıyordu ve ''W'' nin anlaşılması için alegenen gözlenen fenomenler arasındaki bağlantı dışında zihinsel fenomenlerin de ''W'' nın anlaşılmasında katkıda bulundukları göz ardı ediliyordu. Dolayısıyla argümanın ulaşacağı sonuç, bu yüzden diğer terimlerle sistematik bağlantılara girmeyen hiçbir terimin anlamlı olamayacağı olmalıydı.

Buna ek olarak biz de bu argümanın standart görüşle ilgili temel bir yanlışlığı göz önüne sermesine karşın anlamın tam bir felsefi resmini ortaya koyamadığı düşüncesini savunuyoruz.
Nitekim yalnızca felsefi kaynaklarla bu problemi çözmeye çalışmanın da yanlış bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz. Zira bilişsel bilimler insan zihnini tüm parçalarıyla bir problem olarak ele alır derken, bunun anlam sorununu da içerdiği iyice anlaşılmalıdır. 

Yazı dizisinin sonunda toparlayıcı bir yazı olarak bilişsel bilimlerin anlam sorununa yaptığı bilimsel katkılar aktarılacak ve felsefi açıdan sorunu çözmeye yaklaşan kuramın hangisi olduğu tartışılacaktır.

Notlar

1) Ahmet Cüneyt Gültekin (2007) Wittgeinstein'ın 'Felsefi Soruşturmalar' Adlı Yapıtında Özel Dil Sorunu,Yüksek Lisans Tezi, Ankara, s.50
2) Churcland M. Paul, (2012) Madde ve Bilinç ( Berkay Ersöz Çev.) İstanbul, Alfa Yayınları, s.85-86

3) Ahmet Cüneyt Gültekin (2007) Wittgeinstein'ın 'Felsefi Soruşturmalar' Adlı Yapıtında Özel Dil Sorunu,Yüksek Lisans Tezi, Ankara, s.25


4) Ahmet Cüneyt Gültekin (2007) Wittgeinstein'ın 'Felsefi Soruşturmalar' Adlı Yapıtında Özel Dil Sorunu,Yüksek Lisans Tezi, Ankara



Zihin-beden problemi gündelik hayatta veya gündelik hayatla ilgisi olmayan entelektüel problemlerin çözümünde daima ana aktör olan zihni bir problem haline getirmekte ve onun kaynağına yönelik soruşturmalar yapmaktaydı. Bu yönüyle bu problem ontolojik bir araştrmayı ve kaynakların felsefi bir yeniden değerlendirilmesini içermekteydi.

Semantik problem ise zihnin anlamı nasıl inşa ettiğine, onunla nasıl bir ontolojik ve epistemolojik ilişkisinin olduğuna, bilinç-dışı ve bilinçli bir şekilde çalışan versiyonlarıyla birlikte her an yanımızda olan ve zihnimizin dış dünyaya yönelik kurgusunu biçimsel bir kurgu olmaktan çıkaran ve onu daha canlı bir nitelikler havuzuna dönüştüren, bu gizemli oyuncuya yönelik felsefi bir soruşturmadır.

Hepimiz her gün ve her dakika hatta siz bu metni okurken bile sürekli bir nesne-anlam bağıntısı yaratmaktasınız ve bunu bu sürecin temelleriyle hiç uğraşmaksızın yapmaktasınız.
Geometrik bir nesneler setinin beyaz bir arka plana düzenli bir biçimde sunuluşu sayesinde yazdıklarımı anlayabiliyor, üzerine düşünebiliyor ve hatta başkalarına da bu anlamı aktarabiliyorsunuz. 

Bunun dışında işlediğim temada bahsettiğim bir kavramın işaret ettiği anlam dünyasını bilinçli bir düşünüşle genişletebiliyor veya onu daraltıp yalnızca belli nesneler için onlara özel anlam etiketleri yaratabiliyorsunuz.

Peki bu süreç nasıl işliyor ve felsefi bir bağlamda konuşursak anlamın zihinsel inşasını felsefe içinde nasıl kurabiliriz ? Bu sorunun çözümünde hangi kuramlar öne çıkmakta ve anlamın tüm anlam-nesne bağıntıları bağlamında herhangi bir kesinti olmaksızın felsefi bir çevirisini oluşturabilir miyiz?

Probleme sağ duyunun veya standart görüş adı verilen ''içsel gösterime dayalı anımlama''nın nasıl yaklaştığıyla başlayacağız.


Bu görüşe göre bir terimi (örneğin ''at'' veya '' itfaiye aracı'') bir kimsenin sözcük dağarcığına sokmanın bir yolu, sadece o kimseye ilgili tipten bir nesne göstermek ve ''Bu bir attır.'' veya ''Bu bir itfaiye aracıdır.'' gibi bir şey söylemektir. Bunlar birer gösterime dayalı tanımlama örneğidir. Dinleyicinin sunulan durumda ilgili görünen özellikleri fark etmesi ve bu özellikleri içeren yeni bir durumun ortaya çıkması halinde aynı terimi yeniden kullanabilmesi beklenir. [1]

Yani nesnenin ayrıntılı bir resmi yerine nesnenin kendisiyle kurulan görsel bir bağıntı itfaiye veya at ile ilgili anlamın kazanılmasında yeterlidir ve bu süreçin daha alt düzeylerde nasıl işlediği çözümün dışında bırakılır. 

Bir başka yol ise tanıtılan nesnenin niteliklerinin bir sıralamasıyla nesnenin karakterinin diğer nesnelerden adım adım ayrıştırılması yöntemidir. Buna göre örneğin at üzerine binilebilen, büyük, toynaklı bir hayvan olarak tanıtılabilir.

Ancak ikinci yöntemin işe yaramadığı durumlar vardır. Örneğin ''kırmızılık'' , ''sertlik'' , '''tatlılık'', ''sıcaklık'' gibi terimlerin anlamları, onları karakterize edilen nitelikler aracılığıyla değil ancak birinci yöntemle yani onların ilişkilendirildiği maddi bir nesnelerin gösterimiyle (''kırmızı bir tabela'', ''sert bir kemik'' gibi) bir kimsenin sözcük dağarcığına kazandırılabilir.

Peki ya sağduyuya dayalı psikolojik sözcük dağarcığımızdaki terimler?  ''Ağrı'', ''arzu'', ve ''kırmızı duyumu'' gibi terimler düşünüldüğünde, gösterim anlamın tek kaynağı olarak ortaya çıkar [2] 

Standart görüş sahip olduğumuz psikolojik sözcük dağarcığındaki birçok terim için doğru gibi gözükse de tüm terimlerin ya da Churclan'a göre bunların çoğunluğu için dahi doğru değildir.

Standart görüşün savunucularının yanıt vermek zorunda olduğu zorluklardan ilki terimlerin ve terimlerin ifade edildiği psikolojik durumların potansiyel çokluğudur. İçinde bulunduğumuz geniş anlam dünyasının her terimin anlamının kazanılması için tek tek gösterimlere başvurulması gerektiği düşüncesi inandırıcı olmaktan uzaktır.

Bunu netleştirmek için herhangi bir nedenden dolayı ıssız bir adada  tek başına yaşamak zorunda bırakılan bir bebeği düşünün. Bebek belli bir zihinsel olduğunluğa geldiğinde ve nesneler ve onların anlamlarıyla ilgili çıkarımları yapmaya başladığında nasıl bir zihinsel güzergah izleyecektir?

Standart görüşe göre bebek örneğin palmiye ağaçlarını anlamını öğrenmek istediğinde palmiyenin dış görünüşünü inceleyecek,  uzun', büyük yapraklı kahverengi gövdeli gibi onu karakterize eden niteliklerini aklında tutacak ve başka bir palmiye ağacı gördüğünde de aynı işlemleri bu ağaç için kontrol edip eğer özellikleri uyuyorsa onu da tanıyacak ve anlamını bilecektir.

Ancak diyelim ki palmiye ağacından düştüğünde deneyimlediği acı kavramını anlamlandırmak için başka bir yol seçecek ve onu belli bir zaman diliminde belirli bir ağaçla yaşadığı deneyimle eş tutacaktır. Her ağaç deneyimi için de farklı bir süreç işleyecek ve acı kavramının binlerce versiyonuna sahip olacaktır.

Ya da örneğin bebek kendisinin yakın bir gelecekte kurtarılacağı gibi bir beklentiyi taşıyorsa bu beklentinin anlamı, her durum, çocuğun yaşadığı her zorluk ve diğer beklentilerin sonuçları bağlamında yeniden değerlendirilecek ve bu beklentinin tek bir anlamı yerine binlerce farklı anlamı olacaktır. 

Çünkü bebeğin inançları, arzuları, korkuları gibi temel pskikolojik sözcük dağarcığımızın temel elemanları tek tek niteliklerini bir toplamı olarak değil, ilişkilendirildiği maddi nesnenin veya duruma eşlik eden zihinsel bir etiket olarak kabul edilmektedir.

Bu yaklaşımın yanıtlamakta zorlanacağı ikinci problemse, nesnelerin anlamını inşa etmek için kullanılan içsel gösterim yönteminin kişiyi Churcland'ın deyişiyle semantik bir solipsizme düşüreceği ve kişinin terimlere ilişkin tüm semantik deneyimlerinin öznel bir boyut taşıması nedeniyle özneler-arası bir anlam aktarımının mümkün olamayışı, yani kişinin kasttettiği bir anlamı kendisi dışında kimsenin anlayamayışıdır.

Churcland'ın değinmediği bir başka zorluk ise bize göre standart görüşün yalnızca edinilen psikolojik terimlerin anlamlarıyla ilgilenmesidir. Bu ise standart görüşün anlamın nasıl kazanıldığıyla ilgili bir öğrenme mekanizmasını içerdiğini ima eder. Eğer anlamlar gösterimler ve nesnelerin niteliklerinin bir koleksiyonu olarak inşa ediliyorsa, belli bir öğrenme sürecini de içeriyor demektir.

Ancak biz doğuştan sahip olduğumuz ve evrimsel tarihimizin bir ürünü olarak genlerimize işlenmiş nesne-anlam bağıntılarına da sahibiz. Örneğin daha önce hiçbir örümcek veya yılan görmemiş çocuk onu ilk defa gördüğünde korkmakta ve onun kendisi için zararlı bir canlı olduğu sonucuna varıp uzaklaşmaktadır. 

Çocuk eğer hiçbir tepki vermeseydi veya bu canlılardan korkmasaydı biz bunun standart görüşle örtüşen bir sonuç olduğunu kabul edebilirdik ancak yırtıcıyla doğuştan kurduğumuz bu olumsuz bağlantı ve tetiklediği uzaklaşma dürtüsü standart görüşün öngördüğü bir sonuç değildir. Burada bir çıkarım söz konusudur ve bilinçsiz bir refleks olarak da görülemez. 

Yırtıcıyla kurduğumuz bağ yanan sobaya dokunup elini çeken çocuktan farklıdır. Çünkü evrimsel olarak soba bizim için bir yırtıcı olmamıştır ve üzerimize herhangi bir seçilim baskısı yaratmamıştır. Ancak yüksekten düşme, yüksek sesler ve evrimsel tarihimiz boyunca üzerimizde bir tehdit oluşturan yırtıcılar için bu durum farklıdır ve bu örneklerde bir deneme yanılma ya da başka bir öğrenme olmaksızın doğuştan bir ilişkilendirilmeyle onlardan korkmaktayızdır.

Bu örnekler standart görüşün temellerine üçüncü bir darbeyi biyolojist bir bakış açısıyla indirmektedir ve anlamın kazanılmasıyla ilgili problemin çerçevesini de bu yolla genişletmekte ve farklı disiplinlerle olan bağlantısını da geliştirmektedir.

Standart görüşle ilgili tek eleştiriler bunlarla da sınırlı kalmamaktadır, Wittgenstein'in bu konunun çözümündeki değerli katkıları ve meşhur kişisel dil argümanı bu yazı dizisinin bir sonraki bölümünde değerlendirilecektir.

Notlar

1) Churcland M. Paul, (2012) Madde ve Bilinç ( Berkay Ersöz Çev.) İstanbul, Alfa Yayınları, s.82

2) Churcland M. Paul, (2012) Madde ve Bilinç ( Berkay Ersöz Çev.) İstanbul, Alfa Yayınları, s.83

İnsanoğlu nedendir bilinmez, gizemli olana düşkündür. Zihinse en büyük gizemdir ancak onu kendisi de başka bir gizem olan ya da saf bir aldatmaca olan bir şey aracılığıyla çözmeye çalışmak spritüalistin bakıç açısını anlaşılmaz kılmaktadır. 

Sade bir düşünüşle, insan sahip olduğu gizemi gidermek için doğal araçlar tasarlamalıdır. Çünkü çözülmesi gereken problemler de doğal problemlerdir. Yani en azından makul bir ön düşünce olarak bu akla yatkın görünüyor. Ancak spritüalist bu sorunu farklı bir şekilde kavramakta, problemi varsayımsal bir alana iteleyerek, çözüm araçlarını da bu alanın sağladığı kaynaklarla düzenleyerek, tek bir problemi birden fazla probleme dönüştürmek konusunda anlaşılmaz bir ısrarda bulunmaktadır.

Sorun problemin doğasıyla ilgilidir. O zihni hiçbir zaman doğal araçlarla çözülebilecek doğal bir problem olarak görmemektedir. Çünkü zihnin sahip oldukları nitelikler karşısında duyduğu hayret, onu doğal bir problem olarak algılanmasını zorlaştırmakta ve bu yönde yapılan tüm girişimleri de insan zihninin yüceliğine olan bir aşağılama olarak görmesine yol açmaktadır.

Sanıldığının tersine spritüalist mütevazi bir insan tavrı olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü o zihnin derinliklerine olan bilimsel seyahati, insanın kendi zihnine olan bir büyüklenmesi olarak görmektedir. Onun gözünde bu büyüklenme insanın evrenle ve doğanın diğer parçalarıyla olan karşılaşmalarımızda da göze çarpmaktadır ve istediği şey insanın bilimsel bir sefalete sürüklenmesi veya zihinsel gelişiminin bilinçli olarak duraklatılması değil ancak doğanın ve insan zihninin sahip oldukları zenginliklerin hakkını verecek tatmin edici, kapsamlı bir öğretinin inşa edilmesidir.

Zihni usulca izlediği ve her izlediğinde bununla gururlandığı pencerenin kirişlerini sökmeye kalkan her girişim spritüalist için doğal bir tehdit oluşturmakta ve doğal bir savunma refleksini tetiklemektedir. Spritüalist insan zihnine veya kendisinin ötesinde kabul ettiği aşılmaz duvarlarını aşmaya kalkışan, değerli gördüklerini değersizleştiren, basitleştiren her kim olursa onu önce edebiyatla cezalandırmakta ve en güçlü silah olarak da yine edebiyatı, karmaşık bir retoriği kullanmaktadır.

Bu yolla o kurtarılmış bölgeler yaratmaya çalışmakta, şiirle ve diğer edebi araçlarla kendi mülkiyetini korumayı amaçlamaktadır. Çünkü edebiyat anlatılamaz olanı anlatmakta, ve onun hayret duygusunu canlı tutarak, tüm basitleştirmelere karşın bir kalkan olarak onu korumaktadır.

Bu edebi tavır zihinle ilgili kavrayışına da yansımakta ve onu içinde gizemli bir gücün  hüküm sürdüğü veya kendisinin bir gizemli güç olduğu fikrine itmektedir. Zihin metafizik bir varlık olan ruhun bir işlevi ya da bütünüyle kendisidir.

Bu iki görüş elbette birbirinden farklı. Spritüalist yaklaşımla ben zihni ve bedeni iki ayrı töz olarak kabul eden dualizmi değil, ruhun insan varlığını tanımlayan yegane kavram ve ontolojik pozisyon olan ruhçuluğu kastediyorum.

Dolayısıyla zihin ruhun bir işlevi, bir ilineği değil zihni ve bedeniyle birlikte tüm insan varlığını kuşatan bir töz olarak anlaşılmalıdır ve benim özel olarak incelediğim yaklaşım da budur.

Bu yaklaşımın olumlu yanlarından birisi zihni farklı niteliklere sahip iki tözün bireşimi olarak tasvir eden dualist yaklaşımın zihin beden arasındaki bağlantı probleminden kendini sıyırmasıdır. çünkü o yekpare bir ruh tasarımıyla bu ikiliği sona erdirmiş ve bu ikisinin arasındaki bağlantının neliği hakkında düşünme zorunluluğundan da kendisini muaf tutmuştur.

Bizce de dualist bir yaklaşım yerine insanı tümüyle ruh gibi bütüncül bir yapıyla anlamaya çalışmak daha tutarlı ve felsefi açıdan da gerekçelendirmeye daha uygun olacaktır. 

Ancak bir başka açıdan da spritüalist, zihnin maddi temelleriyle olan bağını yadsıyarak modern nörobilimin, psikolojinin ve genel olarak bilişsel bilimlerin gelişmelerine sırt çevirerek kusurlu bir yol seçmiştir. Ve kendisini bağımsız bir kompartman, zihinle ilgili nörolojik bildirimlerden izole bir yaklaşım olarak tanımlaması onu bu yöndeki saldırıların hedefi olmaktan kurtarmaya yetmez.

Spritüalist zihne atıfta bulunan ve onun doğal temellerini ortaya koyma girişiminde bulunan her yaklaşıma aynı açıklıkta yanıt vermek durumundadır. Yok eğer ruhun tamamıyla sembolik bir anlatı, tamamıyla aşkın bir varlık alanının üyesi olduğu iddia ediliyorsa da bu sefer de spritüalist, elemeci materyalistin zaten doğal bir açıklaması bulunan problemler için neden doğaüstü açıklamakları tercih etmemiz gerektiği yönündeki haklı eleştirisini de yanıtlamak durumundadır. 

Dolayısıyla spritüalistin durumu aslında bir kısmı bilimsel olarak açıklanmış, git gide doğal bir fenomen halini alan zihni, açıklama alanı gittikçe daralan metafizik bir tasarımla çözümleme çabasının dramatik bir örneğidir. Ve spritüalistin bindiği gemi eski heybetinde değildir, gittikçe batmakta ve spritüalisti de kaçınılmaz sona yaklaşmaktadır. Dolayısıyla spritüalistin durumu batan bir gemide kalan son yolcuların yardım çırpınışlarından başka bir şey olmayacaktır.

Bu noktada spritüalistin polkinghorne gibi zeki rahiplerin yaptığı gibi ruhu bedende işleyen bir süreç, bedendeki değişimlere rağmen kendisi aynı kalan değişmeyen metafizik bir desen olarak ele alması ve bu yolla kendisini modern bir versiyona güncellemesi de onu kurtarmayacaktır.

Çünkü artık felsefe camiasının zihinle ilgili sorulara verebileceği kaynakları hem oluşturan hem de onları denetleyen nörobilimsel otoriteler vardır ve zihni bu otoriteleri yerine, zihinle ilgili bilimsel birikimimizi küçümseyen ancak kendisi hiçbir olumlu katkıda bulunmayan meatafizik bir kavrayışa tercih etmek anlamsız olacaktır.

Spritüalist ya zihinle ilgili bilimsel birikimimize bilimsel yollardan saldırarak zihinle ilgili doğal düşüncelerimizin temelini dinamitlemeli ya da kendi düşüncelerinin artık felsefi bir harabe, artık eski gücünde olmayan yalnızca bibliyografik bir varlık haline gelmiş tutarsız bir düşünce olduğunun farkına varmalıdır.


Özdeşlik kuramcısı zihni beyne indirgemeyi odak noktası yapan programıyla bir hayaletin peşine düşmüştü. İnsanın tarihiyle aynı yaşta olan bir hayaletin.

Yüz yıllardır kovalanan bu hayalet insan zihniydi. Özel olarak da bu kovalamaca  sağ duyu veya folk psikoloji adıyla anılan ele geçirilememiş bir suçluyla ilgiliydi.

Sağ duyuyla insan zihninin hiçbir bilimsel dayanak olmaksızın, sahip olduğu en temel gözlemler ve geleneklerle evrenle ve insanla olan sade ve yorucu olmayan iletişimini kastediyorum.
İnsan için sağ duyu veya genel olarak tüm insan bireyler için folk psikoloji evrenle olan en ilkel iletişimimizi temsil eder, bu gerçekten de insanın taktığı ve evrene baktığı ilk gözlüktür. 
Ancak insanın bu en temel görüşü bulanıktır ve tüm bilim tarihi de bunu değiştirmek için yapılan bir mücadeleden ibarettir. 

Bu yaygın alet ister bilimle uğraşın isterseniz de dünyanın en uzak ucunda hiçbir bilimsel devrime tanıklık etmemiş ilkel bir kabilenin üyesi olun, farketmeksizin hepimizin sahip olduğu ilk düşünce operatörüdür. Düşüncelerimizi yönlendirmekte ve karşılaştığımız her problemin çözümünde de her an hali hazırda bulunmakta ve kafa karışıklığımızı gidermek için sade ve geçici olarak ikna edici çözümler bulmaktadır.

Zaten sağ duyunun en büyük tehlikesi de onun şatafatsızsızlığı ve insana herhangi bir gizemin çözümünde kullanılırken verdiği sahte güven duygusudur. İnsan sağ duyusuna yabancılaşmaz. 

Çevresel ipuçlarının basit bir değerlendirilmesiyle herhangi bir deney yapmadan sezgilerimizle ortayan çıkan bu düşünce tarzının tarihsel olarak bilimsel serüvenimizde karşımıza nasıl çıktığına bazı örnekler bağlamında yaklaşabiliriz.

Örneğin yanmanın nasıl bir süreç içerdiği ve yapısının ne olduğuyla ilgili kafa karışıklığına verilen ve 18. yüzyılın sonlarına kadar da yaygın bir şekilde kabul edilen flojiston kuramını ele alalım. 


Johann Joachim Becher filojiston teorisinden ilk kez 1667 yılında yayınladığı Physical Education kitabında bahsetmiştir. Simyacılar dört ana element olduğunu düşünüyordu: ateş, hava, toprak ve su. Becher kitabında ateş ve hava elementlerini toprağın üç formuna dönüştürmüştü: terra lapidea, terra fluida ve terra pinguis. Terra pinguis, yağlı, kükürtlü veya yanıcı özellikleri olan elementti. Becher terra pinguisinyanma olayında önemli bir özelliği olduğuna ve yanıcı maddelerin yandığı zamanlarda terra pinguisin açığa çıktığına inanıyordu. Halle’de tıp ve kimya profesörü olan Ernst Stahl, Becher’in terra pinguisinefilojiston ismini verdi ve filojiston, teoriyi büyük olasılıkla en çok etkileyen şey haline geldi.[1]

4 element kuramı ise 2500 yıl önce yaşayan sicilyalı filozof empedoklese kadar uzanıyordu ve tüm nesnelerinin ontolojik kaynağı olan, kendilerinin ondan temel aldığı bir arkhe grubunu ateş, hava, su ve toprağı yaşayan ve yaşamayan tüm şeylerin kökeni olarak görüyordu. Dahası şeylerdeki değişimin nedeni de bu kuramda açıklanmıştı. Sevgi ve nefret adını verdiği iki kuvvetin arasındaki mücadele empedoklese göre maddelerin değişimini veya hal değişimleri gibi kimyasal olayları açıklamak için iyi birer araç olarak görülmeliydi.

Ancak 4 element kuramı 18.yüzyılın sonlarına doğru rutherford ve thompson gibi fizikçiler tarafından atom kuramı temel alınarak çürütüşmüş ve aslında bu 4 elementin element dahi olmadıkları bileşik oldukları ve maddenin değişiminin doğal tarafından tetiklendiği gösterilmişti. Artık 4 element kuramı ve sevgi ve nefret kuvvetleri yoktu. Onlar bilimsel literatürümüzden elenmişlerdi.

Simya için de işler iyi gitmemişti çünkü lavosier ünlü deneyinde cıva dolu bir kapı ısıtarak ve cıvanın yanarken kaybettiği kütleyi havadaki azalan oksijene eşit olduğunu fark ettikten sonra yanmanın gizemli bir kaynağın müdahalesinden çok o zamanlar bilinmeyen ancak sonra lavosier'in adını oksijen koyacağı bir elementle ilişkili bir süreç olduğu anlaşılmıştı. 

Aynı şekilde flojiston adı verilen soyut kimyasal gücün de sonu 4 element kuramı gibi olmuş ve ontolojimizden, flojistonun ait olduğunu sandığımız varlık sahasının var olmadığı bunun sağ duyunun bir aldatmacası, insan anlayışının güvenilir olmayan bir dayanağı tarafından, folk psikoloji tarafından üretilmiş bir sözde-bilim olduğu sonucuna varılmıştır.

(çok daha sonra ise kimyasal yanma dışında nükleer yanmanın da fiziksel temelleri de ortaya konmuştur ancak bu bilgi çok da önemli değil.)

Bu iki örnek bize şu iki gerçeği göstermektedir: 
a)Sağ duyunun kavramsallaştırmaları 2500 yıl boyunca var olmasına rağmen üzerinde uğraştığı problemin çözümünde somut bir adım atılması konusunda tembel olmuştur ve b) problemlerin çözümünde kullanılan araçların kendileri de bir problem olarak ortaya çıkmakta, doğal problemlerin çözümünde doğaüstü motiflerin ağırlıklı olarak kullanılması bizi sağ duyunun problemi deneysel olarak erişilemez bir sahaya iteleyerek oyaladığı düşüncesine itmektedir.

Zihin problemi için de aynı tavır geçerlidir ve burada da folk psikoloji insanın zihnini erişilmez bir varlık olarak tasarlamakta onu tanımlamaya ve açıklamaya, işlevlerini sınıflandırarak zihin hakkındaki anlayışımızı netleştirebilecek tüm girişimlere de engel olmaktadır.

Peki bu durumda elemeci materyalistin poziyonu ne olacaktır? 
Öncelikle o, zihni , flojiston kuramı, 4 element kuramı veya örneğin canlılığı soyut bir yaşam gücünün canlılarda meydana getirdiği metafizik organizasyon olarak gören vitalizm gibi folk psikolojinin bir ürünü olarak ele alır. 

Burada elemeci materyalistin tavrı özdeşlik kuramcısından veya diğer adıyla indirgemeci materyalistten farklıdır çünkü özdeşlik kuramcısı örneğin flojistonu fiziksel eşiti bulunması gereken bir varlık, ait olduğu bir varlık sahası olan bir unsur olarak görmekteyken, elemeci materyalist bilim tarihinden aldığı dersle birlikte vitalizm, flojiston kuramı ve yaşamın sürmesini sağlayan organik dengenin 4 temel unsurunu sağlayan 4 salgı kuramı gibi kuramlardan kimya, fizyoloji veya biyokimya gibi modern kuramlara geçişlerin bir indirgeme şeklinde değil, eleme şeklinde olduğunun farkına varmıştır.

Bu kuramlar arası değiş tokuş ( ya da bilimsel devrim) indirgeme değil de eleme şeklinde gerçekleştiğinden elemeci materyalist zihin için de böylesi bir değişikliğin meydana gelebileceğini hem ilkece hem de nörobilimin olağan gelişimi sırasında pratik olarak ortaya çıkacağına dait güçlü ümitler beslemektedir. 

Artık hayalet avı bitmiştir, hayaletin peşinden koşan özdeşlik kuramcısı yerine Churcland'ın öncüsü olduğu elemeci materyalizm hayaletin bir aldatmaca, fiziksel olarak var olmayan ancak zihinlerde yaratılan bir kurgu olduğunu savunarak onu oyun sahasının dışına itmektedir.

Sahip olduğumuz bilişsel zenginliklerin bir kısmı nörobilim tarafından keşfedilmiş bazıları ise (örneğin bilinç veya kişilik gibi) keşfedilmeyi beklemektedir. Ancak elemeci materyalist sabırlıdır ve zihinle ilgili düşüncesinin er veya geç olgunlaşmış bir nörobilim aracılığıyla somutlaşacağına ve zihin kavramının ontolojimizden tamamen elenerek, ona yapılan tüm atıfların artık beyne ve maddi sinirsel organizasyonlara yapılacağı bir zamana inanmaktadır.

Churcland bize tanıdık gelen birçok fenomenin folk pikolojinin bakış açısıyla hala bulanık olduğunu, eğer nörobilimsel bir devrimle birlikte iç gözlem, bilinç gibi henüz ele geçirilmez bilişsel niteliklerimiz günün birinde açıklığa kavuşsa dahi folk psikoloji için bunun bir fark yaratmayacağını söylemektedir. [2]

Dolayısıyla sağ duyuyla bir anlaşmaya varmaya çalışmak hem yorucu hem de yararsız bir girişim olacaktır. Sağ duyu veya diğer adıyla folk psikoloji elenmesi gereken bir bakış açısıdır. Evrene bakarken kullandığımız bu eskimiş gözlük artık bir kenara atılmalı ve yerini bu görüşün tekeline aldığı tüm alanlar örneğin flojiston yerine kimyasal yanma teorisinin alması gibi kendi alanları için bunların bilimsel kabul edilen versiyonları almalıdır. 

Hayaletin peşinde koşanlar artık bu mücadeleden vazgeçmelidir, çünkü 2500 yıllık bilimsel ve felsefi pratik göstermiştir ki o ele geçirilemez bir düşmandır ve gücünü var olmayışından almaktadır.

Notlar

1)https://tr.wikipedia.org/wiki/Filojiston_teorisi

2) Churcland M. Paul, (2012) Madde ve Bilinç ( Berkay Ersöz Çev.) İstanbul, Alfa Yayınları, s.73


Zihin Felsefesiyle ilgili kaynak araştırması yaparken bu siteye rastladım ve daha önce bulduğum kaynaların hepsinden daha geniş ve kolay erişilebilir olduğunu gördüm. Gerçekten müthiş bir site ancak maalesef yayınlar yabancı dilde. Eğer bu benim için sorun değil tüm kaynakları önüme getir diyorsanız TIKLAYIN

Site içeriğiyle ilgili biraz bilgi vereyim. Sitede Zihin Felsefesi, Yapay Zeka Felsefesi ve Bilinç Felsefesi gibi altdallar var ve bu altdallarda; örneğin Yapay Zeka felsefesinde 557 makale bulunuyor ve bu sadece özel bir alana ayrılmış makale sayısı. Bilinç Felsefesine dair 1312, Bilişsel Bilimlerin Felsefesiyle ilgili 909 ve Bilincin Bilimi adlı alanda da 1564 makale bulunuyor. Bunların da altdalları var ve konu spesifikleştikçe yayın sayısı buna paralel olarak azalıyor.

Bu makaleler farklı farklı dergilerde indexlenmiş ve pdf formatında indirebileceğiniz ya da online okuyabileceğiniz sitelere yönlendiriliyor. Tabii bazı yayınlar kitap şeklinde ve bunları okuma izniniz yok ancak çoğu makale ücretsiz olarak ve pdf formatında ya da online biçimde hizmetinizde.

Yabancı dil mevzusuna geri dönersek, amacı yerli kaynak geliştirmek olan bir platformun neden yabancı dilde yayınlanan makaleleri derleyen bir siteyi tanıttığını sorgulayabilirsiniz. Doğru bir soru ve zaten bunun farkındayım. İşte bu site kilisemi üzerine dikeceğim kayalıklar. Alanda öncü makalere imza atmış Dennett, Block, Minsky gibi filozofların atıf klasiği olmuş makalelerini çevirerek Zihin Felsefesi alanının temellerini kendi dilimizde bu alanın uzmanlarının çalışmalarıyla atmak istiyorum. 

Elbette tüm yayınları tek başıma çeviremem, hatta birçoğunu hiç okuyamayacağım bile çünkü makale sayısı 5000'den fazla. Bu yüzden yalnızca bu alanda fark yaratmış makalelere odaklanmayı makul buluyorum. Çeviri çalışması bugünden itibaren başlamıştır ve Zihin Felsefesine giriş bağlamında tanıtıcı bir makaleyle giriş yapılacaktır. Ancak yayınlar uzun olduğundan bunun için bir ya da birkaç hafta beklemeniz gerekiyor. O arada da kısa çeviri metinler, haberler ,duyurular, videolar ya da kısa bölümlerden oluşan yazı dizileriyle bu boşluğu doldurmayı planlıyorum. 

Eğer çeviri konusunda gönüllü olmak isteyenler olursa google+ hesabımdan veya şu adrese: [endoplazmik_x@hotmail.com]  e-posta atarak çevirilecek metinle ilgili bilgi alabilirler ve kendisine ayrılan bölümü öğrenebilirler. 






Hint Nörolog ve Yazar Ramachandran zihnimiz ve kendi çalışma konusu olan beyinle ilgili tuhaflıkları ve ona erişemediğimiz gizemli yanlarını üç ilgi çekici vakayla anlatmaya çalışıyot ve bizi zihinle ilgili daha derin bir kavrayışa davet ediyor. Yazarın Türkçe'ye uyarlanmış '' Beyindeki Hayaletler'' ve ''Öykücü Beyin'' adlı kitapları bulunuyor. İyi seyirler.

2007 | TED